Dogville ya da İstanbul, Londra, Paris, New York...
15'inci İstanbul Bienali küratörleri Elmgreen & Dragset ikilisi bu yıl 5-15 Nisan 2017 tarih aralığında 36'ncısı düzenlenecek olan İstanbul Film Festivali için bienalle bağlantılı eşsiz bir film programı seçkisi yapmış. Bienal'e de adını veren ve farklı kimliklerin hayatlarını çeşitli şekillerde sürdürmelerine ve değerlendirmelerine odaklanan "iyi bir komşu" bölümünde 10 uzun ve 5 kısa metrajlı film arasında yıllara meydan okuyan bir film var ki, yine yeniden seyretmek için sabırsızlanıyorum.
Söz konusu film Lars von Trier'in Fırsatlar Ülkesi: Amerika üçlemesinin ilk filmi olan Dogville. Henüz seyretmeyenler için özetlemek, seyredenler için ise hafızaları tazelemek gerekirse; tiyatro sahnesine benzeyen ama kısmen dekorsuz, duvarların, kapıların, pencerelerin olmadığı, yalnızca yere tebeşirle ana hatları çizilmiş evlerin ve sokakların bulunduğu Dogville isimli hayali bir kasabada geçen film, orada kalabilmek için kasabalıların güvenini kazanması gereken Grace Mulligan isimli bir kaçağın hikayesini anlatır. Grace'in kasabalılara karışmak ve onlarla yaşamak için gönüllü olarak yaptıkları gittikçe yükselen istismarlar silsilesine yol açar. Onun varlığı, kasabalıların içindeki karanlık güdüleri tetikler ve ahlak, sorumluluk, güç ve insani ilişkiler gibi karmaşık meseleleri gün ışığına çıkarır.
Dogma 95 akımının öncülerinden Lars von Trier'in seyirciyi daha konsantre bir şekilde olay örgüsüne dahil etmek için tecrit hissini artırarak sinemada görmeye hiç alışık olmadığımız deneysel bir sahne düzeni ile beyaz perdeye taşıdığı; üslup ve yapısal olarak seyirciyi kültürel birikimine göre pek çok koldan beslediği bu filmini teolojik, ekonomik, politik veya sosyolojik olarak farklı disiplinler çerçevesinde okumak, analiz etmek mümkün.
Fakat yine de eleştirmenler tarafından ahlaki değerleri hoyratça ele aldığı gerekçesiyle ağır bir şekilde suçlanan Trier'in, insanlığa bu filmle birlikte özeleştiri yapabileceği çok önemli doneler bıraktığını kim inkar edebilir ki. Zira Grace Mulligan'ın hikayesi eminim hiç birimize uzak değil. Ve hatta pek çoğumuzun yaşadıklarından farklı değil. Durup hiç düşündünüz mü?..
Hayatımızda neler oluyor, ne çok şey değişiyor. Ne çok insan gelip geçiyor yaşamlarımızdan. Her yaşantımıza giren, kendi egolarını tatmin etmeye çalışıyor benliklerimizde, bedenlerimizde. Kendi ezikliklerini, eksiklerini ruhlarımıza hükmetmeye çalışarak tamamlamaya çalışıyorlar. Hayatlarımızdan bir şekilde çıktıklarında ise geriye sadece yorgun, küskün bir beden ve tuz buz olmuş duygular kalıyor.
Böylesi iğreti yaşamlardan kurtulmak için planlar yapıyor, her şeyden uzaklaşmak, kaçmak istiyoruz. Hatta kendimizden bile...
Yeni bir yer, yeni bir yaşam. Yeni insanlar tanımak istiyoruz; bizi hiç tanımayan, neler yaşadığımızı, nasıl yaşadığımızı bilmeyen ve geçmişimizi merak edip öğrenmek istemeyen... Bizi olduğumuz gibi, karşılarında gördükleri gibi kabullenmelerini istediğimiz yepyeni insanlar. Uzun uğraşlar veya tesadüfler sonucu yeni bir yaşama başlayabileceğimiz bir yer buluyoruz. Dogville ya da İstanbul, Londra, Paris, New York...
Eğer biraz da şansımız varsa istediğimiz gibi insanlar bize kucaklarını açıyorlar ama sahte selamlaşmalar, sahte gülücükler içerisinde, misafirperverlikten uzak. Yine de bu gerçekleri görmezden gelip sahte şeylerin gerçek olduğu inancı ile kendimizi kabul ettirmek için çok çalışabileceğimizi söylüyor ve eğer bir şans verilirse en kısa zamanda uyum sağlayabileceğimizi inandırmaya çalışıyoruz. Kabul ediyorlar.
İçimizdeki iyimserlik, heves, bütün zorlukları göğüslememizi sağlıyor. Uykusuz geceler, aralıksız çalışmalar sonucu uyum sağladığımızı ispat ediyoruz. Bunu görüp aralarına alıyorlar ve artık kendilerinden biri gibi kabul ediyorlar. Ancak tek bir fark oluyor aramızda; bizim gülümsemelerimiz içten ve gerçek. Gülerken sadece ağız kaslarımız değil, gözlerimizin içi de gülüyor. Onlardaki hırsın kabul edemediği tek şey bu içten gülümsemeler. Böyle içten gülünmemeli, bu kadar iyi olunmamalı. Muhakkak bizim de bir kusurumuz olmalı. Ve muhakkak vardır...
Bunu su üstüne çıkarabilmek için üzerimize daha fazla gelmeye başlarlar, daha çok iş, daha az para verirler, daha az bizi düşünürler. Sabrımızı zorlarlar. Eğer hala bir değişim görmüyorlarsa daha da ileriye giderek iftira atarlar. İçimizde derin bir uykuda olduğuna inandıkları kötülüğü uyandırmaya çalışırlar. Ve eğer göz yaşlarımıza hakim olmayı başarabilirsek bu işkenceye son vereceklerini söylerler. Bu yeni dünyaya girmeden önce sahip olduğumuz her şeyi tek tek parçalarlar: Umutlarımızı, hayallerimizi...
Göz yaşlarımızı tutarız, onlara hakim olmayı öğreniriz. Ya da öğrenebilir miyiz bilmiyorum...
Geceler ıslak yastıklar üzerinde, gündüzler ise dışa vuramadığımız göz yaşlarımızı içimize hapsetmekle geçer. Gözlerimiz artık gülmeyi unutmuştur. Diğerleri gibi sadece ağız kaslarımızı kullanarak gülümsemek zorunda bırakılmışızdır. Mutludurlar, artık onlar gibi olduğumuzu kabul etmişlerdir.
Yarım gülümseyişlerimizle sorgulayarak, anlamaya çalışarak, kızgınlıkla çevremize bakarız.
Yine bütün her şey eskiden olduğu gibi bir kısır döngü içinde başa dönmüştür.
Düşünmeye başlarız, eski günlerimizi hatırlarız...
Eskiden daha mı güzeldi yaşadıklarımız? Gelen gideni aratıyor mu? Yoksa geçmişi mi özlüyoruz, olan nedir?
İçimizde biriken nefretler, bencilce süren bir hayat, öfke ile bilenen duygular.
Artık buradan da ayrılmanın vakti gelmiştir. Öğreneceğimizi öğrendik, yaşayacağımızı yaşadık...
Çivi çiviyi sökermiş, bizden istediklerinin daha fazlasınızı hak etmiyorlar mı artık?
Peki yeni bir hayata sil baştan başlamadan önce, biz intikamımızı nasıl alacağız?