top of page

Vizyonda Bu Hafta; The Disaster Artist


6 milyon dolarlık bütçeyle ve üstelik tamamen kişisel bir finansal kaynakla çekilmiş bir film düşünün. Fakat bu öyle bir film ki yüksek yapım bütçesine rağmen vizyona girdiği dönemde kendisine tek bir salonda gösterim imkanı bulup 1800 dolar civarında bir gişe hasılatı elde etsin. Bu da yetmezmiş gibi “21. yüzyılın en kötü filmi” olarak dünya sinema tarihinin kayıtlarına geçsin.

Sinefiller eminim “tüm zamanların en kötü filmi” dediğimde bunun hangi film olduğunu şıp diye anlamıştır. Evet, bu haftanın yazı konusu; artık gece yarısı sinema kuşakları içinde klasikleşen ve on beş yıl sonra bile popülerliğini koruyarak yıllar içinde bir kült film haline dönüşen 2003 yapım “The Room” ve elbette bu filmin gizemli yaratıcısı “Tommy Wiseau”.

Bilenler için hatırlatmak, bilmeyenler için özetlemek gerekirse; “The Room” mükemmel bir adamın bir ilişki sarmalında gün be gün psikolojik olarak çöküşünü ve nihayetinde yok oluşunu anlatan dramatik fakat bana göre deneysel bir film. Şu an filme dair spoiler verdiğimi düşünmeyin. Zira hiçbir spoiler bu filmdeki sürrealizmi ve sürprizleri bozamaz. Hatta seyretmeden bu eleştirileri anlamanızı sağlayamaz.

Filmde Tommy Wiseau’nun hayat verdiği Johnny karakteri evlilik planları yaptığı nişanlısı Lisa’yla birlikte San Francisco’da yaşayan bir bankacıdır. Johnny öyle biridir ki; işinde çok başarılıdır ve iş zekasıyla çalıştığı banka yöneticilerini etkilemekte, onlara farklı bir vizyon katmaktadır. Onunla vakit geçirmek için can atan, birbirleri için her şeyi yapabilecek can dostu arkadaşları vardır. Çevresi tarafından çok sevilir. Kayınvalidesi tarafından takdir edilir. Yetim bir çocuğun maddi ve manevi olarak sorumluluğunu üstlenmiştir. Çocuk da onu babası gibi görmekte ve onu çok sevmektedir. Alkol almaz, evinde vakit geçirmeyi sever ve her akşam eve dönerken nişanlısına demet demet güller, sürpriz hediyeler götürecek kadar nazik, düşünceli ve romantiktir. Kısaca, Johnny kusursuz arkadaşlara, iyi bir mesleğe ve harika bir ilişkiye sahip, herkesin merkezinde olan eşsiz bir insandır.

Oysa Lisa bir türlü terfi alamayan Johnny’e olan saygısını yitirmiş ve onunla olan ilişkisinden sıkılmıştır. Ondan ayrılarak istediği hayatı yaşama yollarını düşünmeye başlamıştır. Hayatına heyecan katmak için de Johnny’nin en yakın arkadaşı Mark’a göz koymuş ve onu ayartmayı başarmıştır. Mark her ne kadar yaptığının doğru olmadığını ve bunun en yakın arkadaşına ihanet etmek olduğunu kabul etse de Lisa’nın onu baştan çıkaran tavırlarına karşı koyamamış ve kendini doludizgin yaşadıkları bir ilişkinin içinde bulmuştur. Fakat Johnny o kadar iyi niyetlidir ki insanların onun arkasından çevirdiği işleri fark edemeyecek kadar herkesten emindir. Ta ki bir gün tesadüfen Lisa’nın annesiyle konuşmasına kulak misafiri olana kadar. Sonrasında ise deşifre olan entrikalar yumağında film ilerleyip gidiyor.

Velhasıl böyle anlatıldığında film bir konu bütünlüğünde ilerliyormuş gibi görünebilir. Fakat neden çekildiği ve filme eklendiği belli olmayan sahneler, anlamsız diyaloglar, filmin devamlılığında bir yere bağlanmayan konuşmalar ve mantık hatalarıyla dolu senaryosuyla film gerçekten bir fiyasko. Oyuncuların gereken ölçüden daha abartılı, aşırı jest ve söz vurgulamalarıyla tam manasıyla rol kesen performanslarıyla film yapım kurallarını alt üst eden “The Room” bir film nasıl yapılmaz konusunda emsal teşkil edecek nitelikte. Yani film o kadar kötü ki sanatsal ve sinemasal açıdan bir yere koyabilmek mümkün değil. Ancak filmin büyüsü de burada; tüm bu anlamsızlıklar ve saçmalıklar silsilesi kazara filmi eğlenceli kılıyor. Kazara diyorum çünkü Tommy Wiseau her ne kadar sonradan fikrini değiştirse de onun başlangıçtaki amacı insanları kahkahaya boğan bir komedi filmi çekmek değildi. Fakat film o kadar saçmalıkla dolu ki gülmemeye kararlıysanız dahi kendinizi tutamıyorsunuz.

Şimdi neden on beş yıl önce çekilmiş bir filmden şu an bahsettiğimi merak ediyor olabilirsiniz. Esas mevzu şu; James Franco, Tom Bissell’in “The Disaster Artist: My Life Inside The Room, the Greatest Bad Movie Ever Made” adlı kitabından uyarlayarak “Felaket Sanatçısı (The Disaster Artist)” isimli filmin yönetmen koltuğuna oturdu ve başrolünü üstlendi. “The Room”un çekim sürecine odaklanan bu film, Hollywood’taki ajanslara ve yapımcılara kafa tutarak kendi filmini yapmaya girişen sinema sevdalısı Tommy Wiseau’nun tuhaflıklarla dolu traji-komik hikayesini anlatıyor. Tüm deneyimsizliğine rağmen yeteneklerini ortaya çıkardığı bir film yaptığını düşünen bir adamın bu filmi yapma kararındaki sebepleri gösteriyor. Yıllar içinde insanların bir fetişe dönüştürdüğü filmin arka mutfağında yaşananları gün yüzüne çıkaran “Felaket Sanatçısı” insanların kafasındaki “peki, ama neden?” sorusuna da bir bakıma cevap veriyor.

James Franco’nun her ne kadar ilk bakışta “The Room” filmini tekrar ısıtıp önümüze getirdiğini düşünsem de sonradan aslında bu defa alaycı bir gülüş ile filmi seyretmek yerine Tommy Wiseau’nun gerekçelerini anlayarak onunla empati kurmamı sağladı. Bu kapsamda baktığımda gizemli geçmişi ve karmaşık karakteristik özelliğiyle herkes tarafından dışlanmış olan Wiseau’nun hayalperest bir insanın macerasından ziyade megaloman ve diktatörvari birinin yarı otobiyografik bir film ile kendisini ispat etmek, hayallerini gerçekleştirmek ve varoluşunu anlamlı hale getirmek istediğini görebiliyorum. Wiseau, Marlon Brando’nun Stella için ağıt yaktığı bir duyarlılıktayken ve biribiri ardına Shakespeare sonelerini sıralayabilecek bir birikimi varken onun ancak Drakula, Frankenstein ya da Caliban gibi kötü rollerde oynayabileceğini düşünen otoriterlere boyun eğmeme isteğini anlayabiliyorum.

James Franco’nun neden bu projeye ilgi duyduğunu görmek kolay. Çünkü belli ki Franco da Wiseau gibi sınırları aşmayı seven bir sanatçı. Her ikisi de mantık çerçevesinde hareket etmek yerine hırs ve azimle yol almayı seviyor. Ayrıca James Franco’nun belki de kariyerindeki en önemli projesi olan filmdeki kusursuz performansı da kesinlikle övgüyü hak ediyor. Oyuncunun sadece “aha ha ha ha” şeklindeki gülüşü bile bu övgüyü almasında yeter de artar…

Oscar ödüllerinin habercisi olarak nitelenen 75. Altın Küre Ödülleri’nde James Franco’ya “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü getiren “Felaket Sanatçısı (The Disaster Artist)” filmi bu sene 15-25 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşecek olan 17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin kapanış filmi olarak Türkiye’de ilk gösterimini yapacak. Altın Küre’de aldığı övgü ve ödül ile Oscar yolculuğunu garantilemiş olan film; James Franco’ya Gotham Ödülleri’nde de En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü, San Sebastián’da ise En İyi Film Ödülü’nü getirmişti. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında seyretme imkanı bulacağınız bu film için şimdiden bilet alıp salondaki yerinizi garantilemenizde fayda var.

Tanıtılan Yazılar
Son Paylaşımlar
Arşiv
Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page